Tek başımıza doğduk yalnız, yapayalnız. Çokluğun ortasına yapayalnız indik en saf duygularımızla. Yaşarken büyüdük, büyüdükçe kirlendik istemesek de öğrenmek/yaşamak adına... Nasıl bir ikilem içinde kaldık ama anladık “Hanyayı Konyayı”... Doğruyu da eğriyi de anladık geç de olsa. Cahit Sıtkı şairin dediği gibi "geç farkettim taşın sert olduğunu". Fark ettik etmesine de aldığımız terbiye gereği olur mu? olur mu? diye hayıflanıp durduk. Ekonomiyi öğrendik en son kelime olarak. Çalışmayı maddeye dönüştürmeyi öğretti yaşam bize sonuçta. Krizleri yanımıza alıp kendimize gelmeyi öğrendik. Ne güzel..

 

              Gaziantep adı bir Antepli olarak bana hep mücadeleyi, girişimciliği anlatmakta... Kaç yılda kaç kriz yaşadık sayısız, ama aştık hepsini umutla, güvenle. İşim gereği Milli Eğitim'e de uğruyorum, Ticaret Odasına da, Sanayii Odasına da. Odalardaki izlenimim Antep sanayiisi güzel bir düzen içinde aktif bir şekilde çalışmakta. Devlette kendi çarkı içinde dönmekte. Güzel olan Devlet ve Özel sektörün dayanışma içinde çalışabilmesi. Çalışıyor da aksamalara rağmen. Olacak elbette sorunlar, aksaklıklar. Ne mükemmel ki bizim ülkede? Gerçi bir yandan yapılanma diğer yandan bozulma ya da çökme... Olması gereken bu mu? Erezyon, deprem doğal afetler şimdi insanlığımızın sosyal yapısını etkilemekte. Bozulan insanın tamiri her geçen gün güçleşmekte. Nasıl mı onaracağız? Okuyarak... Kendimizi geliştirmenin tek yolu okumak diyorum. Birde yaşadıklarımızdan ders alarak. Deneyimlerimiz. O acı deneyimlerimiz neler katmıştır kendimiz olabilmemize. 'Deneyim en iyi öğretmendir' diyen İngiliz atasözü doğrulamakta tecrübenin geçerlilik ilkesine. Düşe kalka öğrendiğimiz hatalar bize ışık olmakta yarınlarımızda. Hata yapmanın ve anlamanın önemini idrak edebilmek en büyük erdemdir diyorum. Gerçi bazı hatalarımız vardır ki mahveder ortalığı. Bir hatanın bedelini kimler ödemez ki? Sonuçta herkes dersini alır . Zamanla alır doğrular yolunu. Zaman ve sabır denilen o iki büyülü sözcük anlatır en iyi dersi bizlere.

 

                       İşletmelerde yadırgadığım bir isim... Patron sözü ne kadar ağır bir söz. Hiç sevmedim “Patron nasılsın?”, “Benim patronum” vs. sözcükleri... Belki emeğe duyduğum saygıdan kaynaklanmakta. Hani “İşletme sahibi”, “Kurucu”, “Yönetici” gibi sözcükler olumlu mesajlar ile yüklü ancak “Patron” sözcüğü bana hiç sıcak gelmedi... Yıllardır üç değişik kuruluşta çalıştım. Üniversitede, SANKO’da, BİEM’de... Üçünde de yöneten/çalışan sıfatı ile bir şeyler yapmaya çalıştım yapabildiğimce... Yaptığım işin Emek/Eğitim işi olmasının verdiği ayrıcalık ile daha dolu yaşadım diyebilmekteyim... Anladığımı uyguladım, anlamadığımı çıkardım yaşamımdan düşünmedim bile... Maddi ve manevi değerlerin iyi korumasının akıl almaz huzurunu yaşamak güzel olan her nasılsa! Maalesef çökmüş bir ekonominin getirdiği, çökmekte olan değerlerin akışını izlemekteyim gün be gün. Ne mi yapmalıyız? Doğrularımızı çekinmeden, korkmadan haykırabilmeliyiz namussuzların suratına. Korkmayın doğru yolda iseniz. Anlarlar onlar da sizi bir gün geçte olsa... Anlayacaklar er yada geç.

 

                     Duyumlarım, izlenimlerim, gözlemlerim Ülkemizde Sanayiinin/Eğitimin ön plana çıkartılması çalışmaları şart diye düşünmekteyim. Bana göre şehrimizde genelde babadan oğula geçen sanayii kuruluşlarımızın iyi korunması gerekmekte, Dedelerimiz, babalarımız bize güzel miraslar devretti ancak bizler onları iyi korumalıyız. Gerçi bana kimseden bir miras kalmadı kendimden başka... Daha ne yapsın babam diye ona duacıyım... Aldığımız eğitim en güzel miras olmalı bence... Günümüzde son yıllarda sokaktan yetişmiş kalitesiz insan gücüne değinmek istedim. Gerek sanayii bölgemizde gerekse, işletmelerimizde çalışmaya insan seçerken neye göre değerlendirme yapmaktayız diye düşündüm? Rüşvete, fiziksel görünüme önem verilmekte ilk bakışta. Fiziği ile işi bağlamaya çalışan kişiler seçilmekte neden se? Bilgi birikimi, eğitimi, aile yapısı, referansı hiç önemsiz... Duyuyorum, görüyorum son derece rahat kadınsı görünümleri ile iş bağlayan kadınlar... Bu halleri ile erkek patronları etkileyen kadınlar... Sanki! Ya da tam tersi... Yakışıklı görünümü ile işi götüren bağlayan erkekler... Yuhh be diyorum... Para kazanmanın yolu bu mu? Ahlak çökmüş ama bizler gibi artçı şoklara kulak verenlerde olacak yada var değil miyiz?

 

                 Birileri alınsın diye yazmıyorum... Gerçi “yarası olan gocunurmuş”... Benim işim bu; yazmak... Size yaz deselerdi yazmaz mıydınız? Yani illa yalakalık mı yapmalıyız birilerine yaranmak için? Argo sevmediğim bir sözcük ama halk bundan anlıyorsa yazmam doğru değil mi?? Yalakalık... Ahmet Altan için duymuştum yazım çevrelerinden... “Kadınlara Yalakalık için yazıyor” diye... Ama ben onu bunu bilmem... İş yaşamım boyunca, bütün ilişkilerimde ne kimseye yalakalık yaptım ne de yaptırdım şahsıma... Bir kadın önce kişiliğini, eğitimini kullanmalı iş için sonra... Sermaye akıl olmalı önce. Yoksa ne yapalım! Geliştirmeyi düşünsünler, vazgeçilmezliğin yolunu düşünüp sorgulasınlar kendilerini... Dişiliğini/çekiciliğini ön plana çıkartan kaç kadın/erkek iş yapabildi esnaflıkta? Ya da etkiledikleri kaç patronla kaç gün iş ilişkisi sürebildi? Sonuç dağılmaya başlayan işletmeler, aileler... Suçlu? Patronlar... İşte o benim anladığım tür patronlar... ve ucuz sekreterler...

 

                         "Sekreter" sözcüğünü atıp başka bir sözcük bulacaklarmış diye duydum. Kim yapacakmış bu değişimi? Bilmiyorum. Devlet mi? Türk Dil kurumu mu?Neden mi? Sekreter sözcüğü anlamını kaybetmiş, yada yolu şaşırmış. Gülüyorum içimden. Toplum bu hale gelmişse sözcük değiştirmenin anlamı var mı? Yani bir kadının adı Ayşe olmuş Fatma olmuş ne değişir? Devlette yorulmuş, Türk Dil Kurumu da. Yorulmuş değerleri toparlamak bilmem kaç zaman alacak daha. Özal rahmetlinin değişim rüzgarları savurdu bizleri. Toplumumuz sosyal depremlerin altında can çekişmekte. Yazık ve acı. ancak ne yapabiliriz ki? gelinen nokta ortada. Çocuklarımız! onlar ne olacak? yaşanabilir bir çevre yetmiyor, yeşil alanlar yetmiyor çocuklarımızın geleceğine. onlara güzel soylu geçmişler devretmeliyiz ki umutla baksınlar yarınlara...

 

                           Hep değerler kayba uğradığında kuruluşlar artmadı mı dünyada? Aile bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve ISO...bin belgeleri... Bunlar nelerin sonuçları? Ucuz/ehven ilişkiler bizi nereye taşır? Ne güzel dağıtanlar da var toplayanlar da ama... Dağıtmadan elimizdeki tüm değerlerin bilinci ile devam etsek diyorum geleceğe, iyi olmaz mı?

Paylaş: