Heyecanını bastırmak için yarıladığı çayın içine daldırıp kaşığı çıkarıyor, kaşığın içinde kalan çayı yukarıdan bardağa boşaltıyor, çıkan şırıltı sesine bırakıyordu düşüncelerini. Heyecanlanınca hep böyle olurdu. Düşünebilmek için bir şeylerle meşgul olur kendini sessizliğe bırakır, beyninin içinde birbiri ardına koşan görüntüleri yakalamaya çalışırdı. Hızlı ve sinirli bir hareketle kaşığı bardağın içine attı. Saatine baktı, zaman bir türlü geçmiyordu. Buluşacakları saatten bir saat önce gelmişti. Oysa evde ne çok oyalanmıştı vakit geçsin diye. Hatta her zaman kendi evlerinin önünden bindiği otobüse bir önceki duraktan binmiş, ineceği duraktan bir önceki durakta inip gelmişti bu çay ocağına. Telefonda söylenmeyecek kadar önemli olan şeyi merak ediyordu. N’olurdu sanki vaktinden önce gelse.

Elini çenesine dayamış yukardan vapur iskelesini seyrediyordu. Bu çay ocağını birlikte keşfetmişlerdi. Yine böyle bir yaz günüydü. Varyant’ın bitiminden yukarı doğru el ele konuşmadan yürümüşler, yolun yarısında caminin hemen önünde durmuşlar, kız çok yorulmuş, ikisi de çok terlemişlerdi. Su içmek için caminin bahçesine girmişler kız su içerken, o, parmaklıklardan bakıp caminin diğer tarafında bankların olduğunu görmüş ve kıza banklara oturup biraz dinlenebileceklerini söylemişti. Kız ise gülümseyen yüzüyle onaylamıştı onu. Onun gülümsemesi her şeyi unuttururdu. Dünyayı taşısa sırtında yoruldum demezdi. Bankların olduğu tarafa geçtiklerinde hayretle bakakaldılar. Deniz, vapur iskelesi, Konak meydanı olduğu gibi ayaklarının altına serilmişti. Üstelik yazın o yakıcı güneşine rağmen gölgeydi ve alabildiğine serindi. Neden sonra etraflarına bakınmak geldi akıllarına. Bankların hemen yanında bir iki sandalye ve masa vardı. Sanki birileri biraz önce terketmişlerdi burayı. Terkedilmiş ama canlı duruyordu hala. Sonra duvardaki kapıyı farkettiler. İçeriden belli belirsiz şırıltıyı. O, kızın elini bırakıp kapıya yanaştı. Arkası kapıya dönük, beyaz saçlı, atletinin dışında kalan vücudu güneşten pembeleşmiş biri bardak yıkıyordu. Duruluyordu demek daha doğru olur çünkü o kadar hızlı yapıyordu ki bunu bardağı nasıl alıp nasıl bıraktığını farkedemiyordu.

İhtiyar çaycı bardağı masadan alırken biraz önce nasıl hatırladıysa yaşlıyı aynen yanında duruyordu. İlk gördüğü gün de üzerinde bu atlet bu pantolon vardı. Birden bu yaşlının üzerinde sürekli aynı elbiseleri gördüğünü ayrımsadı. Pantolon hiç değişmiyor mevsime göre üstünde ya atlet oluyor yada tuhaf, mor renkli bir oduncu gömleği. Herhalde atleti hiç çıkarmıyor gerekirse üstüne o gömleği giyiyor diye düşündü. Acaba bir gardırobu var mıydı? Kimbilir belki de aynı pantolon, aynı gömlek ve aynı atletten bir gardırop dolusu vardır ve her gün birini giyiyordur diye düşünüp sinsi bir gülücük gönderdi denize. Burasıyla ilgili ayrımına vardığı başka birşey daha vardı. Buraya onlardan başka genç gelmiyordu. Gelenler hep yaşlıydı yada en azından siyah saçlı kimse yoktu onlardan başka. Hiç kendi yaşıtlarıyla karşılaşmamışlardı. Aslında o kadar güzel bir manzarası vardı ki buranın. Belki de çok kişinin bilmeyişinde yarar vardı. Çünkü böyle bir yer kimi ticaret heveslilerinin iştahını kabartabilir para kazanmak uğruna buranın büyüsünü bozabilirlerdi. Sanki herkes böyle düşünüyor ve kimseye buradan bahsetmiyorlar gibi geldi ona. Şu karşısında oturan yaşlı adam evden çıkarken belki de ‘kahveye gidiyorum’ ya da ‘dolaşacağım biraz’ diyor ama hiç birine böyle bir yerden bahsetmiyordu. Belki de o yüzden ona tuhaf tuhaf bakıyorlardı. İçlerinden ‘bu çocuk anlamaz, bilmez gider herkese haber verir huzurunu kaçırır buranın’ diyorlardır diye düşündü. Düşündüklerine şaştı. Anlamsız buldu. Tam heyecanının geçtiğini farketmişti ki karnından boğazına doğru bir sıkıntının yükseldiğini hissetti. Kendini haylaz bir çocuğun elinde amaçsızca ortasından sıkılan diş macununa benzetti.

Birlikte ilk geldiklerinde şu an oturduğu masaya oturmuşlar sandalyelerini denize doğru çevirip el ele bir süre hiç konuşmadan manzarayı izlemişlerdi. Aslında manzarayı kız izlemiş, o ise kızı ne kadar sevdiğini düşünüp durmuştu. Bir süre sonra masalarında iki bardak çayın durduğunu gördüler. Birden ceplerinde para olmadığını, zaten bu yüzden Varyant denilen yokuşu cehennem sıcağında yürüyerek çıkmak zorunda olduklarını hatırlamışlardı. Dönüp ihtiyara bakmışlar, ihtiyar gülerek onlara ‘Çaylar benden. Hararetinizi alır çocuklar’ diye seslenmişti. Asıl bu cümle onların hararetini almış, biraz olsun içleri serinlemiş, daha sevecen okşamışlardı birbirlerinin elini.

Cennetten bir köşe gibiydi burası onlar için. Aslında çok küçük bir yerdi. Beş masa ancak sığıyordu buraya. Cami yokuşta olduğu için bu çay ocağı caminin arkasında ve bir alttan geçen yolun üstünde duruyordu. Cami duvarıyla yol arasında ufak bir düzlüğe beş masa sığdırabilmişlerdi ancak. Zaten ne zaman gelseler buraya hep iki masa boş olurdu. Acaba bilmeden bir vardiyaya mı başlamışlardı? Onlar gidince boş olan iki masanın sakinleri mi geliyordu?.. Kendi aralarında ‘cennet’ diyorlardı buraya. Biri nerde buluşalım diye sorduğunda diğeri hiç düşünmeden ‘Cennette’ diyordu. Hatta o ne zaman sorsa kız gerisinin nasıl geleceğini bilerek ‘Cennette buluşalım’ diyor, o da ‘Allah korusun. Erken değil mi daha?’ diyerek kızın yüzündeki gülümsemeyi izliyordu. Bunu her defasında yapıyorlardı. Kız bundan hiç bıkmıyordu. O ise kızın gülümsemesinden hiç bıkmıyordu.

İkinci çayı söyleyip söylememekte tereddüt etti. Bir sigara yaktı ve ardından çayı söyledi. Bir süre sonra ihtiyar pembe yüzü, beyaz bıyığıyla gülümseyerek geldi, çayı bırakırken bıyığının altındaki gülümseme geriye çekilip, merak dolu gözler bir adım öne çıkmıştı. ‘Ne o, bu gün yalnızsın. Hanım kızımız yok mu?’ dedi meraklı gözler. Onu beklediğini birazdan geleceğini söyledi. Şimdi gülümseme tekrar yerine gelmiş ve her şeyin yolunda olduğunu bilmenin huzurlu ifadesini de yanında getirmişti. İhtiyarın neden bu kadar meraklandığını anlayabiliyordu. Çünkü birkeresinde burada tartışmışlar kız çantasını alıp hızla masadan kalkmış arkasına bakmadan gitmişti. O ise sanki bütün vücudu taş kesmiş gibi kıpırtısız öylece kalmıştı. O kadar kıpırtısız duruyordu ki yüzündeki tek hareket gözlerinden süzülüp elmacık kemiğine oradan da masaya damlayan yaşlar olmuştu. Sonra ihtiyarla bir süre oturup dertleşmişler ihtiyar ona gönlünü ferah tutmasını kızın da onu sevdiğini, bunun da gözlerinden belli olduğunu söylemişti. İhtiyarın puslu sesi hala kulaklarında yankılanıyordu. ‘Gönlünü ferah tut oğlum. Hanım kızım seni çok seviyor... Nerden mi biliyorum? İhtiyar olabilirim ama gözlerim hala iyi görüyor. Sana baktığı gibi bakmıyor hiç kimseye, hiçbir şeye...’

Yine de içi sıkılıyordu. Ne söyleyecekti? Asıl onu sıkan telefonda çatallaşan sesiydi. Muhakkak kötü bir şeydi yoksa sesi neden çatallaşsın ki? Neden alelacele telefonu kapatsın ki? Acaba ne olmuştu? Neden gelmiyordu hala? O, kötü bir şey olacağını biliyordu. Ne zaman vakit böyle geçmemekte ısrar etse muhakkak kötü bir şey duyuyor ya da görüyordu. Daha önce de onu çok beklemişti. Ama ne zaman beklerken vakit yavaş ilerlese ya morali bozuk geliyor yada tartışıyorlardı. İşte şimdi de aynı şey oluyordu. Vakit yavaş ilerliyordu hatta ilerlemiyordu bile. Sanki yüzyıldır burada öylece oturuyordu. Sanki o buraya oturduğunda şu çınar ağacı henüz bir fidandı, ihtiyar ise bıçkın bir delikanlıydı. Ona öyle geliyordu.

Birden sanki bir şey hatırlamış gibi telefonunu çıkardı. Kızı aradı ama telefonu kapalıydı. Demek ki otobüsteydi. Saatine baktı. Şimdi binmiş olsa bile yirmi dakika sonra burada olur, diye geçirdi içinden. Çayından bir yudum daha aldı. Sigarasından bir nefes çekip dumanını burnundan saldı. Duman Varyant’ın tepesinden Ege denizine doğru yola çıktı, sonra da gözden yitip gitti. Kimbilir nereye? diye düşündü.

Sanki hissetmiş gibi arkasına dönüp yola baktı. İşte geliyordu. Ayak sesleri ta içinde yankılanıyordu. Oysa o kadar narin basıyordu ki yere sanki yerin incinmesinden korkuyordu. Koyu kızıl saçlarını arkadan toplamış onun çok sevdiği beyaz tokasıyla tutturmuştu. Bembeyaz teni ve gülümsemesiyle bir bahar esintisi gibiydi. Cennet köşesinin meleği geldi, diyerek karşıladı onu ve masaya oturttu. Biraz önce ihtiyara merhaba derken suratında beliren gülümsemeden eser kalmamıştı. N’oldu? dedi. Kız hiç konuşmadı. Kuşburnusunun gelmesini bekledi. Ne zaman gelse buraya kuşburnu içerdi. İhtiyar artık biliyor ve hiç sormuyordu ne içeceğini. Hemen bir sigara yaktı, sanki onu duymuyordu. O hiç üstelemedi. Duyduğunu biliyordu. Hep böyle yapardı. Kötü bir şey anlatacaksa bir süre konuşmaz. Ya sigarasını yakar, ya çayını beklerdi. İhtiyar hızlı adımlarla kuşburnunu getirdi. Biraz önceki meraklı gözler yine bir adım öndeydi işte. Ona bakıyor gereksiz yere cevap bekliyordu. O da ihtiyar da bu duraksamanın çok gereksiz olduğunun farkındaydılar. Ancak ihtiyar gidemiyor, o da ihtiyara gitmesi gerektiğini söyleyemiyordu. Onların bu anlamsız bakışmalarına kızın da onlara bakan anlamsız bakışı eklenince ihtiyar kendisini tutan bir şeyden silkinir gibi döndü ve hızla çay ocağına girdi. İhtiyardan geriye kalan anlamsız bakışlar masaya düştü ve saniyenin onda biri bir zamanda buharlaşıp havaya karıştı. Kimbilir nereye bir yağmur tanesi olarak düşecek ihtiyarın ve onların anlamsız bakışları diye düşünürken o, gözlerindeki yeni ve anlamlı bakışlar yerlerini almıştı bile.

Kız çayından bir yudum aldı. Ona baktı. Onun gözlerinde her an soru sormaya hazır bir çocuğun gözlerini gördüğünde elini onun yüzünde gezdiriyordu. O yüzünde dolaşan baharı tuttu, masanın üzerine bıraktı yavaşça. Eli bir an olsun elinden ayrılmasın istiyordu. Sonsuza kadar masanın üstünde de olsa alt alta üst üste olsun istiyordu elleri. Sessizlik yerini sabırsızlığın öfkeli uğultusuna bırakıyordu ki kızın dudaklarının oynadığını ve bir kelimenin dudaklardan masaya düştüğünü, masada bir kaç kez sekip kültablasına çarpıp durduğunu gördü. Durduğunda okuyabildi... ‘Gidiyorum.’

“... gidecek yolcuların pasaport kontrolü için C kapısına gelmeleri önemle rica olunur...” birden irkildim. Kendimi havaalanında bir bankın üstünde buldum. Yanımda oturuyordu. ‘Ne düşünüyorsun?” dedi, “Cenneti” diyebildim. Gülümsedi. Ayağa kalktı, valizinin sapından tutup C kapısına doğru yürümeye başladı. Yetişip valizi elinden aldım. Birlikte ilerledik kapıya. Gidip pasaport kontrolünü yaptırdı. Dönüp valizi elimden aldı. Bir süre baktı “Beni bekleyecek misin?” dedi. “Evet. Cennetteki masamızda olacağım” dedim. “Daha erken değil mi?” dedi, güldüm, güldü, gülüştük. Onun gülüşü her şeye değerdi. Dünyayı taşısam sırtımda yoruldum demezdim. Sarıldık. Kapıdan çıkıp gitti...

Havaalanından çıkıp istasyona ilerledim. Uçağa el salladım dilimdeki türküyle...

 

“Yürüdüm yürüdüm yolda yoruldum

giden yarin gülüşüne vuruldum...”

Paylaş: