Dedemin hayaliyle yazmaya başlıyorum iki damla göz yaşımı. Kalın demir belbetlerden dışarı bakarak. Sıcak tahta direkli kuş pencerelerinden dökülen, kumruların tüylerini, tandır başında ki samimi sohbetleri anımsayarak yürüyorum bu dehlizli sokaklardan. Soba bacalarının bir adam boyu yükseklikte ki bu kare kara taş gömmeli sokaklardan yürüyerek uzanıyorum geçmişime. Başım önümde, düşüncelerim dumanlı yürümekteyim geleceğime...

                   Dolu dolu yeşil umutlarımı, damla damla akıtarak yürüyorum bu Alleben, Kavaklık kültüründen. Alleben ile Kavaklık ikiz kardeştir hep yüreğimde. Alleben sulayarak büyütmüştür Kavaklığı. Birbirine destek veren bu ikiz kültür Antep’i yaratmıştır olanca bonkörlüğü ile. Cuma günleri okuldan gelince hevesle Cumartesi gününü bekleşir dururduk. Halamlar, teyzemler, ablalarım, abilerim Alleben’ e seyrengah eder idik. Halamın evde doldurduğu zehir gibi acı dolmayı, bakır kazanın dışını külleyerek ocağa oturtuşunu görüyorum isli gözlerimden. Hiç olmazsa halam çok yaşasın diyorum. Taşlar ile ocağı kurar, üzerine kazanı oturturdu. Biz kendisine çalı çırpı taşırdık hevesimizle. Dayımın hanımı köfte yapar, ablalarım sofra hazırlardı. Babam, eniştelerim iğde diplerine gizledikleri rakı kadehlerini yudumlardı bizden gizli. Ama biz görürdük ne kadar gizleseler de.

                   Akşam alacakaranlığın da sofra açılırdı yere. İsi dolmaya sinmiş bir akşam yemeğinin unutulmaz keyfi. Hepimiz gönülden huzurluyduk alabildiğine. Bir at arabası zevki var mı idi acaba şimdiki BMW, ya da Mercedeslerde.. Nerede çocukluğum, nerede ben!! Kayıp oldu gitti o dikdörtgen arkası açık cam el arabalarında.. Cam arabaların ardından düşlerimi görmekteyim dün gibi. Pamuklu şekerler, rengarenk somur bitmezler, küncülü helvalar. Alleben’in kıyısına sıralanmış çekirdekçiler, birbirini kovalayan gençler. Top oynar, ip atlardık doğal bir yaşamın doğallığına.

             Alleben gürül gürül akar idi, serinletirdi, ferahlatırdı gönüllerimizi. Toprağın ortasında Mezepotamya bereket’i var idi o günlerde gömülü. Okul yaz tatillerinde ustaya gitmeliydik. Elimiz iğne tutsun diye, dikiş nakış öğrenip ustamıza bedava hizmetkarlık yapmalıydık. Ezilmeyi öğrenmeliydik aslında el kapısına hazırlık.. Sen Nezihe ablam. Neşeli, gülen gözlerinle umudu aşılamıştın taa ki o günlerde biz çıraklarına... Temmuz, Ağustos sıcaklarının ikindi serinliğinde, ustamızın kilimlerini, yünlerini taşırdık Alleben’e. Ama ne neşe, ne keyif ne unutulmaz anılardı geleceğimize. Öyle yaz tatillerinde beş yıldızlı otel keyifleri mi vardı o yıllarda! Üstümüz başımız ıslanırdı, sulaşmak Alleben adeti idi. Yediğimiz o öğün ne tad verirdi bize umulmaz bir durumda... Altı Mayıs “Hıdırellez” geleneğinin umudu idi Alleben halen de olduğu gibi. Umudumuzu derelere bağlamıştık sahi neden ise?

              Rahmetli nur yüzlü anama direnirdim gitmemek için.. Neden gitmezmişim diye kendime kızmaktayım şimdilerde.. İnanmadığım ilkeleri uygulamak ne zor idi benim için halen de olduğu gibi. Anacığımın yanına düşer, inanmadan Umudumu dere’ye mi bağlardım boş kağıtlar ile yoksa! Dalar giderdim o hareler çizen suyun yüzüne bakarken derin derin.. Çocuklar neşe ile dalgalar ile suya girmişlerdi dizlerini çemleyerek. Dizlerine kadar gömülmüş sulardan çıkarttıkları kağıtları okurlardı ferman gibi. Gülerdim bu çocuklara yapmayın diye ama çocukluk bu işte...

               Günler ile birlikte yıllarda akıp geçti, tükendi Alleben gibi. Geriye kalan korunmaya muhtaç bir Alleben kaldı şehrin orta yerinde. Beton oluktan akmakta ama yine de “Umut” vermekte...

               Yaşayan dünyaya. Hüzün de akıyor, umutta, berekette, pislikte akıyor her nasıl ise... Doğallığı bozulmuş yaşlı ninem gibi ama nostaljisi yaşamakta yüreklerde...

 

Paylaş: